GÖÇLERDEN EVVEL VE SONRA ANA TÜRK YURDU
Orta Asya’da tabiiyat alimlerinin mevcudiyetini söyledikleri büyük
içdenizin ve ona akan ırmakların, çayların etrafında kurulmuş medeniyetin,
yeryüzünün diğer parçalarına asırlar ve asırlarca nasıl taşınmış ve yayılmış
olduğunu söyledik. Bütün bu müddet zarfında Ana Türk Yurdunda neler olup bitti?
İklim değişikliğinin getirdiği kuraklık ve onun zarurî kıldığı bütün bu
göçler şüphesiz ana medeniyetin zararına oldu. Sarı Irmak, İndüs, Ganj, Fırat,
Dicle, Kızılırmak, büyük ve küçük Medreseler, Nil ve saire gibi en feyizli
sular kıyılarına; ve Akdeniz havzaları gibi Cennetten ayrılmış sanılacak kadar
güzel kara parçalarına intikal eden bu medeniyet, seçerek yerleştiği bu
sahalarda, tabiî tekâmülünü takip ederek yükselirken, Orta Asya’nın bütün bu
ayrılıkların sarsıntılarından müteessir olmaması elbette mümkün değildi. İnsan
kabiliyetinin medeniyet dediğimiz hasılasını yaratan ilim ve san'at daha ziyade
zengin vadileri, muhitile temas ve muvasale kolaylıklarına mazhar sahaları
sever. Yeni doğan zengin bir medeniyet merkezi, meselâ Orta Asya’da olduğu gibi
iklimî; ve ya diğer bir çok sahalarda görüldüğü üzre bir payitahtın yıkılması,
bir devletin yıkılması gibi siyasî; yeni bir dinin müsamahasızlığı gibi içtimaî
saiklerin tazyiki ile yerini değiştirebilir. Akdeniz medeniyeti devrinde
havzanın muhtelif sahalarında yetişen âlimlerin, san'atkârların, filozofların,
şairlerin her köşeden kâh Sart, kâh Atina, kâh İskenderiye şehirlerine
toplanarak muhitin kendilerini çeken müsait şeraiti içinde, karargâh
edindikleri yeni merkezin •medenî tealisine müessir oldukları malûmdur. Türk
tarihinin yakın devrelerinde bunu teyit edecek misaller pek çoktur. Kubilay
yeni kurduğu Hanbalık (bugünkü Pekin) şehrinin süratle medenî inkişafa ermesi,
Çin’de en mümtaz bir ilim ve fikir merkezi haline gelebilmesi için bütün Uygur
âlimlerini, mütefenninlerîni, riyaziyecilerini Çin’de toplamak istedi. Ve bir
çoklarını getirtti. İlmin Hanbahk sarayında kazandığı itibar, Uygur âlimlerinin
oraya taşınmasında şüphesiz amil, ve buda elbette asıl Uygur vatanının ilmî
zararına oldu. Türk medeniyeti Kâşgar, Semerkant, Taşkent, Buhara, Konya, İstanbul gibi şehirler arasında
en yakın asırlara gelinceye kadar merkez değiştirmekte devam etmedi mi? İslâm
ilim ve san'atı siyasî fırtınalar önünde asırlarca Şam’dan Bağdada , Bağdattan
Kurtubayâ taşınıp durmadı mı?
İşte
böylece Ana Türk Yurdu medeniyeti de tarihin ilk zamanlarından beri en mühimi
artıcı kuraklık olduğu görülen sebebi yer altında yerini değiştirmiştir. Bundan
asıl yurtta o zamanlardan beri artık hiç
bir medeniyet yaşamamış olduğu neticesini çıkarmağa kalkışmak bittabi doğru
olmaz. Ana Türk Elinin içinde yapılan Arkeolojik taharirler en kadîm
medeniyetin orada aranması lâzım geleceğini kâfi derecede ispat etmiştir. Hazar
şarkında Aşkabat yakınlarında Anav hafriyatının reisi Pumpelly bu medeniyete
içinde bulunduğumuz zamandan 11,000 yıl evvele giden bir kıdem takdir etmiştir.
Araştırılan diğer bütün kadîm medeniyetlerden hiç birine hiç bir âlim
tarafından bu kadar uzun bir kıdem verilmiş değildir. Pumpelly hafriyat için
intihab ettiği sahada isabet gösteremiyerek gayet küçük ve ehemmiyetsiz bir
kasabayı örten toprakları kazmıştır. Tarih ve Arkeolojide en iptidaî bilgisi
olanlarca malûmdur ki toprağın, ağaçları boğan haris sarmaşıklar gibi kendi
içinde gömdüğü ve asırlar zarfında izlerini belirsiz hale getirerek unutturduğu
kadîm şehirlerden hepsinin değilse bile bir kısmının yerini isabetle tayin
ederek bulmak müşküldür. Bununla beraber, kumlarının altı ana medeniyetin yek
pare bir metfeni olan Türküstan, ilmin bu isabeti eksik araştırma teşebbüsünü
mükâfatsız bırakmamış, Pumpelly’nin eline en kıymetli vesikalar vermiştir.
Amerikalı âlim bu vesikaları ilmin bitaraf gözüyle tetkik ettikten sonra Ana
Türk - Yurdunun bu kısmında Neolitik medeniyetin milâttan evvel IX uncu,
hayvanları ehlileştirmenin VIII inci binde, maden san'atlarının VI inci binde,
yani şimdiye kadar madencilikte en kademli tutulan Sustan 1000 yıl evvel
başladığını ifade ve ilân etmiştir.
Türklerin Ana Yurdu, Morgan’ında söylediği gibi şimdiye kadar pek az
araştırılmış sahalardan biridir. Medeniyet menşeinin, tarihçileri yormakta ve
yanıltmakta olan meçhullerini açacak anahtar oradadır. İlmin kazması orada
işlemeğe başladığı, bulunan vesikalar samimî ve bitaraf ilim duygusile tetkik
ve tahlil olunduğu zaman insanlığın tekâmül tarihi gür ışıklarla aydınlanacak
ve yazılı bulunduğu hakikî kitabın içinde okunmuş olacaktır. Bu kitap
haritaların Türküstan dediği Orta Asya yaylâsıdır. O sahanın üst üste yığılmı
şen kadîm medeniyetlerle kaplı olduğuna, orada atalardan gelen menkulât ile dağ
çobanları bile vakıftır.
Milâttan evvel 9,000 yıla varan kadîm Türk medeniyetinin bir zaman sonra
söndüğünü ve büsbütün tarihe gömüldüğünü tasavvur ve iddia etmek hatadır. Bu
medeniyet bir taraftan Çin, Hint, Mezopotamya ve saire gibi yeni intikal
mıntıkalarında inkişaf ederken diğer taraftan da asıl kendi sahasında devam ve
inkişaf eylemiştir. İklimin müsaadesizleşmesi, hayat şartlarının büyük mikyasta
daralması onun ancak hızını durdurmuş ve sahalarını tahdit etmiştir.
Türklerin yalnız harp ile, başkalarının memleketlerini ele geçirmek gaye
ve gayretile yaşayarak medeniyete hadîm olmadıkları yolundaki garazkâr iddia ve
iftiraların artık mevsimi geçmiştir. Asırdide hristiyanlık davalarının
doğurduğu bu iptidaî telâkki ve telkinlerle beşeriyetin bir kısmında diğeri ne
karşı kin ve husumet hisleri aşılamanın ne kadar gayri insanî ve gayri medenî
olduğunun anlaşılması zamanları gelmiştir. Türkleri, yalnız her milletin
tarihinde görülmüş nevinden bazı şedit hareketlerde tanıtmaya çalışmayı
asırlarla şiar edinmiş olanların, bu hareketlerinde ne kadar haksız ve insafsız
olduklarını görmeleri için bütün maziyi bir tarafa bırakarak, sadece sonu umumî
harbi ve bunun muhtelif safhaları içinde yalnız Alman ve Fransız milletlerinin
çarpışma şekillerini hatırlatmak yetmez mi?
Türkler aleyhinde menşei hristiyanlık
taassubu olan ve asırlarca yürütülen garazkâr telkinlerin daima saf ve
bitaraf kalması lâzım gelen ilmin ruhu içine de sokulmuş olması teessüfe değer
hallerdendir. Tarih vadisinde bu ruhî haletin en bariz tezahürü Mezopotamya’daki
ilk Sumer, Elam medeniyetleri keşfiyatını takip eden yıllarda görülmüştür. O
zaman vesikaların beliğ şehadetini dinleyen hakikî âlimler bu medeniyetler menşeinin
Türküstan olduğunu ifadeyi ilmin şeref borcu bilmişlerdi. Fakat asırların
nasırladığı garaz, ilmin saffetle ortaya koyduğu hakikate hücum da gecikmedi.
Türklerin en kadîm ve en yüksek mediniyet üyelerin banisi olmuş bulunmalarını
kabul etmek hıristiyanlık ve avrupalılık için en hafif tabir ile, bir
izzetinefis meselesi telâkki olundu. O zaman ki âlimlerin mümtazlarından
sayılan ve makul ve hakşinas davranması lâzım gelen Renan,
muharririnin hissiyatını gizleyemiyen şu cümlelerle yeni hakikatin kendi
üzerinde yaptığı tesiri pek güzel anlatmıştır:
"Topraklar altından çıkarılan bu kadîm
ve yüksek Babil medeniyetini Türkler, Finuvalar, Macarlar gibi şimdiye kadar
tahripten başka marifet göstermemiş ve kendilerine has hiç bir medeniyet
yaratmamış ırklar nasıl yapmış olabilirler? Gerçi hakikat bazan hakikate
benzemez gibi görüne bilir ve eğer bize Samîlerden ve Atilerden evvelki
medeniyetlerin en kudretli ve en değerlisini kuranların Türkler, Finovalar,
Macarlar olduğu ulu orta bir kanaat yerine meseleyi menşeinden sonuna kadar
izah edici delillerle ifade ve ispat olunursa inanırız . Fakat bu deliller bunu
kabulden çıkacak neticenin fecaati [i] nisbetinde kuvvetli olmak lâzımgelir.[2]
Burada derpiş edilen acıklı(!) neticenin Türklerin ilk medeniyetlerin
kuruluşuna hizmetlerini kabule, mecbur kalmak noktası olduğunu fazla izaha
hacet yoktur. E. Renan’ın temsil ettiği düşünüş tarzına bir
müddet sonra yine Türkler için menfi diğer bir cereyan iltihak etti. Bütün
medeniyetlerin ilk kuruculuğunu Samî ırklara atfetmek gayretinde bulunan bu
cereyanın en hararetli körükleyicisî Joseph Halevy oldu. Biz
burada her iki tarafın Türkler hakkındaki düşman ve antipatik tezlerini ve
sözlerini naklederek bahsimizi taşırmak istemeyiz . Arzuya ve temenniye
lâyık olan cihet ilmin kilise kandillerinden, yedi kollu şamdan ışıklarından ve
ya taassup ateşinin alevlerinden değil ancak Hakikatin nurundan aydınlık
almasıdır.
Bütün kadim medeniyetleri kurmuş olanların
şarktan ve bilhassa Orta Asya’dan geldikleri umumî denebilecek bir ekseriyetle
kabul edilmekte olmasına göre, Orta Asya’dan kimler gelebileceğini araştıralım.
Hint, ve Çin yerlilerinin, Islavların iptidadan beri bahsettiğimiz medeniyet
sahalarına muhaceretlerine dair hiç bir vesika yoktur. Türklerin
muhaceretlerine gelince, bilinen bütün tarih buna dair vesikalarla doludur.
Başka hiç bir ırk ana yurdunda kendini milyonlarca kişilik kütleler halinde
göçe icbar edecek iklim ve tabiat tahavvüllerine maruz kalmamıştır. Türküstan’a
komşu Hint, Çin ve Yapanya gibi memleketler yüzlerce milyon insanlar doludur.
Türküstan ise Osmanlı Türklerinden biraz sonralara kadar devam eden
muhaceretler yüzünden bomboştur. Osmanlı Türklerinin Anadolu’ya gelişi binlerce
yıl devam etmiş bir muhaceret devresinin tarihte göze çarpan son safhasıdır. Bu
gün koskoca Orta Asya’da nüfus ve hayat bir kaçırmak, çay ve göl kenarlarına
sığınmış belki gittikçe küçülen şehirlere münhasır gibidir. Orta Asya’da
bulunan her hangi bir ırkın orada bir kök bırakmaksızın son ferdine kadar garbe
gelmiş olabileceğini kabul mümkün değildir. Tokartardan bahs olunuyor. Bunların
Avrupalılarca Turanı denilen ve bizim Türk dediğimiz camiaya mensup
olmadıklarını isbat, gayet güç olduktan başka, küçük ve öteden beri çok
ehemmiyet kazanmamış bir kabilenin Çin, Hint, Ön Asya, Avrupa , şimalî Afrika
sahillerine binlerce yıl zarfında belki elli milyon olarak tahmin edilebilecek
muhacir kütleleri vermiş olmasına inanmak müşküldür. İran dediğimiz sahada
müstakil bir ırk tasavvur, ve bunların tayin ve ispatı güç her hangi saikle
muhacerete mecbur kaldıkları farz edilse bile, bu sahanın saydığımız geniş dünyanın
takalarına taşacak, her gittikleri yerde iktidar ve hakimiyet tesis edecek
nisbette büyük insan kütleleri doğurmuş olmasına ihtimal verilmez . İran’da
böyle bir ırk yaşamış olsaydı, muhacerete mecbur kalınca evvelâ en yakın, en
feyizli Mezopotamya’yı ve Anadolu sahillerini iskân etmesi lâzım gelirdi.
Sumerlerin, Elamların İran’ın kadim yerlileri olduklarını kim iddia ede
biliyor? Söğüt ve Baktriyan mıntıkaları da böyledir.
Halbuki bunların yanında son otuz asırlık malum devrede bile
birçok istilâlar yapmış ve her yerde büyük küçük belki yüzden fazla Devlet
kurmuş, birçok medeni merkezler yaratmış bir Türk ırkı vardır. Bu son
istilâlar ve Devlet kuruşlar milâttan yüz asır evvel başlıyan hâdiselerin devam
ve tekerrüründen başka bir şey değildir.
Umumî tarihin ve medeniyet tarihinin,
bu günkü mütefekkir beşeriyeti o kadar merak ile işgal eden karanlık
safhalarını izah için, Türk ırkını esas tutmaktan başka çare
yoktur. Bu esas kabul edilince bütün izahı müşkül görünen meseleler
aydınlanacak, tarihte boş bırakılan ve ya istifham işaretlerde doldurulan
fasıllar tamamlanacaktır.
İnsaflı, hakşinas ve bitaraf Avrupalı alimlerin fikirlerinden ve
delillerinden de istifade edilerek müdafaa olunan tezimizde hiç bir ırk ve
millet için istihfaf ve istihkar kastı yoktur. Kendi milliyetini sevdiği kadar
başka millî şahsiyet ve varlıklara hürmet Türklüğün şiarlarındandır.
Bu eserin gayesi mukaddemede işaret ettiğimiz gibi
asırlarca çok haksız iftiralara uğratılmış, ilk medeniyetidir; kuruluşundaki
hizmet ve emekleri inkar olunmuş Büyük Türk Milletine, tarihî hakikatlere
dayanan şerefli mazisini hatırlatmaktadır. Şunu da ilâve edelim ki on bir bin
yıllık göğüs kabartan ve alın yükselten bir mazi, Türk milletine boş ve
lüzumsuz bir gurur vermiyeceği gibi, her mille un tarihinde görülmüş ve görüle
bilecek hallerden olarak bir kaç asır ön saftan ayrılmış bulunmakta fütur
vermez.
Gazi Mustafa Kemal Hazretleri, tarihî nutuklarının sonunda
gençliğe hitap ederek memleketin maruz kalabileceği vahim ihtimalleri ve bütün
tehlikeleri saydıktan sonra; "Ey Türk İstikbalinin Evlâdı, işte
bütün bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen istiklâl v e cumhuriyeti
kurtarmaktır. Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur,
buyurmuşlardır.
Türkün tarihî azametinin mümtaz timsali Büyük Beis, bu notların
toplanması ve bir araya getirilmesi için çalışanları, bu mesaiye sevk eden
irşatları ve rehberlikleri ile şimdi hatırlattığımız hitabelerine şu cümleleri
ilâve buyurmuş oluyorlar:
" Ey Türk Milleti!
‘’Sen yalnız kahramanlık ve cengâverlikte
değil, fikirde ve medeniyette de insanlığın şerefisin. Tarih, kurduğun
medeniyetlerin sana ve sitayişlerile doludur. Mevcudiyetine kast eden siyasî ve
içtimaî amiller bir kaç asırdır yolunu kesmiş, yürüyüşünü ağırlaştırmış olsa
da, on bin yıllık fikir ve hars mirası, ruhunda bakir ve tükenmez bir kudret
halinde yaşıyor. Hafızasında binlerce ve binlerce yılın hatırasını taşıyan
tarih, medeniyet safında lâyık olduğun mevkii sana parmağile gösteriyor. Oraya
yürü ve yüksel! Bu, senin için hem bir hak, hem de bir vazifedir!’’