30 Haziran 2021 Çarşamba

TÜRK TARİH TEZİ

 

GÖÇLERDEN EVVEL VE SONRA ANA TÜRK YURDU

   Orta Asya’da tabiiyat alimlerinin mevcudiyetini söyledikleri büyük içdenizin ve ona akan ırmakların, çayların etrafında kurulmuş medeniyetin, yeryüzünün diğer parçalarına asırlar ve asırlarca nasıl taşınmış ve yayılmış olduğunu söyledik. Bütün bu müddet zarfında Ana Türk Yurdunda neler olup bitti?

   İklim değişikliğinin getirdiği kuraklık ve onun zarurî kıldığı bütün bu göçler şüphesiz ana medeniyetin zararına oldu. Sarı Irmak, İndüs, Ganj, Fırat, Dicle, Kızılırmak, büyük ve küçük Medreseler, Nil ve saire gibi en feyizli sular kıyılarına; ve Akdeniz havzaları gibi Cennetten ayrılmış sanılacak kadar güzel kara parçalarına intikal eden bu medeniyet, seçerek yerleştiği bu sahalarda, tabiî tekâmülünü takip ederek yükselirken, Orta Asya’nın bütün bu ayrılıkların sarsıntılarından müteessir olmaması elbette mümkün değildi. İnsan kabiliyetinin medeniyet dediğimiz hasılasını yaratan ilim ve san'at daha ziyade zengin vadileri, muhitile temas ve muvasale kolaylıklarına mazhar sahaları sever. Yeni doğan zengin bir medeniyet merkezi, meselâ Orta Asya’da olduğu gibi iklimî; ve ya diğer bir çok sahalarda görüldüğü üzre bir payitahtın yıkılması, bir devletin yıkılması gibi siyasî; yeni bir dinin müsamahasızlığı gibi içtimaî saiklerin tazyiki ile yerini değiştirebilir. Akdeniz medeniyeti devrinde havzanın muhtelif sahalarında yetişen âlimlerin, san'atkârların, filozofların, şairlerin her köşeden kâh Sart, kâh Atina, kâh İskenderiye şehirlerine toplanarak muhitin kendilerini çeken müsait şeraiti içinde, karargâh edindikleri yeni merkezin •medenî tealisine müessir oldukları malûmdur. Türk tarihinin yakın devrelerinde bunu teyit edecek misaller pek çoktur. Kubilay yeni kurduğu Hanbalık (bugünkü Pekin) şehrinin süratle medenî inkişafa ermesi, Çin’de en mümtaz bir ilim ve fikir merkezi haline gelebilmesi için bütün Uygur âlimlerini, mütefenninlerîni, riyaziyecilerini Çin’de toplamak istedi. Ve bir çoklarını getirtti. İlmin Hanbahk sarayında kazandığı itibar, Uygur âlimlerinin oraya taşınmasında şüphesiz amil, ve buda elbette asıl Uygur vatanının ilmî zararına oldu. Türk medeniyeti Kâşgar, Semerkant, Taşkent, Buhara, Konya, İstanbul gibi şehirler arasında en yakın asırlara gelinceye kadar merkez değiştirmekte devam etmedi mi? İslâm ilim ve san'atı siyasî fırtınalar önünde asırlarca Şam’dan Bağdada , Bağdattan Kurtubayâ taşınıp durmadı mı?

  İşte böylece Ana Türk Yurdu medeniyeti de tarihin ilk zamanlarından beri en mühimi artıcı kuraklık olduğu görülen sebebi yer altında yerini değiştirmiştir. Bundan asıl yurtta o zamanlardan  beri artık hiç bir medeniyet yaşamamış olduğu neticesini çıkarmağa kalkışmak bittabi doğru olmaz. Ana Türk Elinin içinde yapılan Arkeolojik taharirler en kadîm medeniyetin orada aranması lâzım geleceğini kâfi derecede ispat etmiştir. Hazar şarkında Aşkabat yakınlarında Anav hafriyatının reisi Pumpelly bu medeniyete içinde bulunduğumuz zamandan 11,000 yıl evvele giden bir kıdem takdir etmiştir. Araştırılan diğer bütün kadîm medeniyetlerden hiç birine hiç bir âlim tarafından bu kadar uzun bir kıdem verilmiş değildir. Pumpelly hafriyat için intihab ettiği sahada isabet gösteremiyerek gayet küçük ve ehemmiyetsiz bir kasabayı örten toprakları kazmıştır. Tarih ve Arkeolojide en iptidaî bilgisi olanlarca malûmdur ki toprağın, ağaçları boğan haris sarmaşıklar gibi kendi içinde gömdüğü ve asırlar zarfında izlerini belirsiz hale getirerek unutturduğu kadîm şehirlerden hepsinin değilse bile bir kısmının yerini isabetle tayin ederek bulmak müşküldür. Bununla beraber, kumlarının altı ana medeniyetin yek pare bir metfeni olan Türküstan, ilmin bu isabeti eksik araştırma teşebbüsünü mükâfatsız bırakmamış, Pumpelly’nin eline en kıymetli vesikalar vermiştir. Amerikalı âlim bu vesikaları ilmin bitaraf gözüyle tetkik ettikten sonra Ana Türk - Yurdunun bu kısmında Neolitik medeniyetin milâttan evvel IX uncu, hayvanları ehlileştirmenin VIII inci binde, maden san'atlarının VI inci binde, yani şimdiye kadar madencilikte en kademli tutulan Sustan 1000 yıl evvel başladığını ifade ve ilân etmiştir. 

   Türklerin Ana Yurdu, Morgan’ında söylediği gibi şimdiye kadar pek az araştırılmış sahalardan biridir. Medeniyet menşeinin, tarihçileri yormakta ve yanıltmakta olan meçhullerini açacak anahtar oradadır. İlmin kazması orada işlemeğe başladığı, bulunan vesikalar samimî ve bitaraf ilim duygusile tetkik ve tahlil olunduğu zaman insanlığın tekâmül tarihi gür ışıklarla aydınlanacak ve yazılı bulunduğu hakikî kitabın içinde okunmuş olacaktır. Bu kitap haritaların Türküstan dediği Orta Asya yaylâsıdır. O sahanın üst üste yığılmı şen kadîm medeniyetlerle kaplı olduğuna, orada atalardan gelen menkulât ile dağ çobanları bile vakıftır.

 

  Milâttan evvel 9,000 yıla varan kadîm Türk medeniyetinin bir zaman sonra söndüğünü ve büsbütün tarihe gömüldüğünü tasavvur ve iddia etmek hatadır. Bu medeniyet bir taraftan Çin, Hint, Mezopotamya ve saire gibi yeni intikal mıntıkalarında inkişaf ederken diğer taraftan da asıl kendi sahasında devam ve inkişaf eylemiştir. İklimin müsaadesizleşmesi, hayat şartlarının büyük mikyasta daralması onun ancak hızını durdurmuş ve sahalarını tahdit etmiştir.

  Türklerin yalnız harp ile, başkalarının memleketlerini ele geçirmek gaye ve gayretile yaşayarak medeniyete hadîm olmadıkları yolundaki garazkâr iddia ve iftiraların artık mevsimi geçmiştir. Asırdide hristiyanlık davalarının doğurduğu bu iptidaî telâkki ve telkinlerle beşeriyetin bir kısmında diğeri ne karşı kin ve husumet hisleri aşılamanın ne kadar gayri insanî ve gayri medenî olduğunun anlaşılması zamanları gelmiştir. Türkleri, yalnız her milletin tarihinde görülmüş nevinden bazı şedit hareketlerde tanıtmaya çalışmayı asırlarla şiar edinmiş olanların, bu hareketlerinde ne kadar haksız ve insafsız olduklarını görmeleri için bütün maziyi bir tarafa bırakarak, sadece sonu umumî harbi ve bunun muhtelif safhaları içinde yalnız Alman ve Fransız milletlerinin çarpışma şekillerini hatırlatmak yetmez mi?

Türkler aleyhinde menşei hristiyanlık taassubu olan ve asırlarca yürütülen garazkâr telkinlerin daima saf ve bitaraf kalması lâzım gelen ilmin ruhu içine de sokulmuş olması teessüfe değer hallerdendir. Tarih vadisinde bu ruhî haletin en bariz tezahürü Mezopotamya’daki ilk Sumer, Elam medeniyetleri keşfiyatını takip eden yıllarda görülmüştür. O zaman vesikaların beliğ şehadetini dinleyen hakikî âlimler bu medeniyetler menşeinin Türküstan olduğunu ifadeyi ilmin şeref borcu bilmişlerdi. Fakat asırların nasırladığı garaz, ilmin saffetle ortaya koyduğu hakikate hücum da gecikmedi. Türklerin en kadîm ve en yüksek mediniyet üyelerin banisi olmuş bulunmalarını kabul etmek hıristiyanlık ve avrupalılık için en hafif tabir ile, bir izzetinefis meselesi telâkki olundu. O zaman ki âlimlerin mümtazlarından sayılan ve makul ve hakşinas davranması lâzım gelen Renan, muharririnin hissiyatını gizleyemiyen şu cümlelerle yeni hakikatin kendi üzerinde yaptığı tesiri pek güzel anlatmıştır:

  "Topraklar altından çıkarılan bu kadîm ve yüksek Babil medeniyetini Türkler, Finuvalar, Macarlar gibi şimdiye kadar tahripten başka marifet göstermemiş ve kendilerine has hiç bir medeniyet yaratmamış ırklar nasıl yapmış olabilirler? Gerçi hakikat bazan hakikate benzemez gibi görüne bilir ve eğer bize Samîlerden ve Atilerden evvelki medeniyetlerin en kudretli ve en değerlisini kuranların Türkler, Finovalar, Macarlar olduğu ulu orta bir kanaat yerine meseleyi menşeinden sonuna kadar izah edici delillerle ifade ve ispat olunursa inanırız . Fakat bu deliller bunu kabulden çıkacak neticenin fecaati [i] nisbetinde kuvvetli olmak lâzımgelir.[2]

  Burada derpiş edilen acıklı(!) neticenin Türklerin ilk medeniyetlerin kuruluşuna hizmetlerini kabule, mecbur kalmak noktası olduğunu fazla izaha hacet yoktur. E. Renan’ın temsil ettiği düşünüş tarzına bir müddet sonra yine Türkler için menfi diğer bir cereyan iltihak etti. Bütün medeniyetlerin ilk kuruculuğunu Samî ırklara atfetmek gayretinde bulunan bu cereyanın en hararetli körükleyicisî Joseph Halevy oldu. Biz burada her iki tarafın Türkler hakkındaki düşman ve antipatik tezlerini ve sözlerini naklederek bahsimizi taşırmak istemeyiz . Arzuya ve temenniye lâyık olan cihet ilmin kilise kandillerinden, yedi kollu şamdan ışıklarından ve ya taassup ateşinin alevlerinden değil ancak Hakikatin nurundan aydınlık almasıdır.

Bütün kadim medeniyetleri kurmuş olanların şarktan ve bilhassa Orta Asya’dan geldikleri umumî denebilecek bir ekseriyetle kabul edilmekte olmasına göre, Orta Asya’dan kimler gelebileceğini araştıralım. Hint, ve Çin yerlilerinin, Islavların iptidadan beri bahsettiğimiz medeniyet sahalarına muhaceretlerine dair hiç bir vesika yoktur. Türklerin muhaceretlerine gelince, bilinen bütün tarih buna dair vesikalarla doludur. Başka hiç bir ırk ana yurdunda kendini milyonlarca kişilik kütleler halinde göçe icbar edecek iklim ve tabiat tahavvüllerine maruz kalmamıştır. Türküstan’a komşu Hint, Çin ve Yapanya gibi memleketler yüzlerce milyon insanlar doludur. Türküstan ise Osmanlı Türklerinden biraz sonralara kadar devam eden muhaceretler yüzünden bomboştur. Osmanlı Türklerinin Anadolu’ya gelişi binlerce yıl devam etmiş bir muhaceret devresinin tarihte göze çarpan son safhasıdır. Bu gün koskoca Orta Asya’da nüfus ve hayat bir kaçırmak, çay ve göl kenarlarına sığınmış belki gittikçe küçülen şehirlere münhasır gibidir. Orta Asya’da bulunan her hangi bir ırkın orada bir kök bırakmaksızın son ferdine kadar garbe gelmiş olabileceğini kabul mümkün değildir. Tokartardan bahs olunuyor. Bunların Avrupalılarca Turanı denilen ve bizim Türk dediğimiz camiaya mensup olmadıklarını isbat, gayet güç olduktan başka, küçük ve öteden beri çok ehemmiyet kazanmamış bir kabilenin Çin, Hint, Ön Asya, Avrupa , şimalî Afrika sahillerine binlerce yıl zarfında belki elli milyon olarak tahmin edilebilecek muhacir kütleleri vermiş olmasına inanmak müşküldür. İran dediğimiz sahada müstakil bir ırk tasavvur, ve bunların tayin ve ispatı güç her hangi saikle muhacerete mecbur kaldıkları farz edilse bile, bu sahanın saydığımız geniş dünyanın takalarına taşacak, her gittikleri yerde iktidar ve hakimiyet tesis edecek nisbette büyük insan kütleleri doğurmuş olmasına ihtimal verilmez . İran’da böyle bir ırk yaşamış olsaydı, muhacerete mecbur kalınca evvelâ en yakın, en feyizli Mezopotamya’yı ve Anadolu sahillerini iskân etmesi lâzım gelirdi. Sumerlerin, Elamların İran’ın kadim yerlileri olduklarını kim iddia ede biliyor? Söğüt ve Baktriyan mıntıkaları da böyledir.

  Halbuki bunların yanında son otuz asırlık malum devrede bile birçok istilâlar yapmış ve her yerde büyük küçük belki yüzden fazla Devlet kurmuş, birçok medeni merkezler yaratmış bir Türk ırkı vardır. Bu son istilâlar ve Devlet kuruşlar milâttan yüz asır evvel başlıyan hâdiselerin devam ve tekerrüründen başka bir şey değildir.

Umumî tarihin ve medeniyet tarihinin, bu günkü mütefekkir beşeriyeti o kadar merak ile işgal eden karanlık safhalarını izah için, Türk ırkını esas tutmaktan başka çare yoktur. Bu esas kabul edilince bütün izahı müşkül görünen meseleler aydınlanacak, tarihte boş bırakılan ve ya istifham işaretlerde doldurulan fasıllar tamamlanacaktır.

   İnsaflı, hakşinas ve bitaraf Avrupalı alimlerin fikirlerinden ve delillerinden de istifade edilerek müdafaa olunan tezimizde hiç bir ırk ve millet için istihfaf ve istihkar kastı yoktur. Kendi milliyetini sevdiği kadar başka millî şahsiyet ve varlıklara hürmet Türklüğün şiarlarındandır.

   Bu eserin gayesi mukaddemede işaret ettiğimiz gibi asırlarca çok haksız iftiralara uğratılmış, ilk medeniyetidir; kuruluşundaki hizmet ve emekleri inkar olunmuş Büyük Türk Milletine, tarihî hakikatlere dayanan şerefli mazisini hatırlatmaktadır. Şunu da ilâve edelim ki on bir bin yıllık göğüs kabartan ve alın yükselten bir mazi, Türk milletine boş ve lüzumsuz bir gurur vermiyeceği gibi, her mille un tarihinde görülmüş ve görüle bilecek hallerden olarak bir kaç asır ön saftan ayrılmış bulunmakta fütur vermez.

   Gazi Mustafa Kemal Hazretleri, tarihî nutuklarının sonunda gençliğe hitap ederek memleketin maruz kalabileceği vahim ihtimalleri ve bütün tehlikeleri saydıktan sonra; "Ey Türk İstikbalinin Evlâdı, işte bütün bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen istiklâl v e cumhuriyeti kurtarmaktır. Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur, buyurmuşlardır.

    Türkün tarihî azametinin mümtaz timsali Büyük Beis, bu notların toplanması ve bir araya getirilmesi için çalışanları, bu mesaiye sevk eden irşatları ve rehberlikleri ile şimdi hatırlattığımız hitabelerine şu cümleleri ilâve buyurmuş oluyorlar:

 

 

         " Ey Türk Milleti!

  ‘’Sen yalnız kahramanlık ve cengâverlikte değil, fikirde ve medeniyette de insanlığın şerefisin. Tarih, kurduğun medeniyetlerin sana ve sitayişlerile doludur. Mevcudiyetine kast eden siyasî ve içtimaî amiller bir kaç asırdır yolunu kesmiş, yürüyüşünü ağırlaştırmış olsa da, on bin yıllık fikir ve hars mirası, ruhunda bakir ve tükenmez bir kudret halinde yaşıyor. Hafızasında binlerce ve binlerce yılın hatırasını taşıyan tarih, medeniyet safında lâyık olduğun mevkii sana parmağile gösteriyor. Oraya yürü ve yüksel! Bu, senin için hem bir hak, hem de bir vazifedir!’’

 

24 Aralık 2019 Salı

KEMALİST ÖĞRETMEN MİNE BÜLBÜL ''ANKARA ZABİT NAMZETLERİ TALİMGAHI ve M. KEMAL PAŞANIN MERASİM NUTKU''





ve
M. KEMAL PAŞANIN  MERASİM NUTKU
  
    Takvimler 1919 yılını gösterirken,
    Büyük harp sonuçlanmaya yüz tutmuş, askerlerimiz birbirinden binlerce km uzaktaki cephelerde savaş vermiş yorgun ve bitkindir. Ordumuz ağır kayıplar içindedir. Türk Milleti çok perişan ve bezgindir. Halk İstanbul’un işgalini bir dram seyreder gibi seyir etmektedir.
    Aynı yıl Kuleli Askeri Lisesi son sınıf öğrencileri de tıpkı İstanbul gibi bu işgali ve tahakkümü her gün türlü olayları bahane eden baskılarla yaşamaktadır. Üstelik son sınıfı bitirdikleri halde, okulda 4. sınıf  oluşturularak bir çeşit göz altında tutulmaktadırlar. Bu öğrencilerden bazıları işgalin tesis ettiği bu nobran davranışları içlerine sindiremeyerek düşünmeye ve yerlerinde duramamaya başlarlar. Yine o sıralarda muzaffer komutan M. Kemal Paşa Samsun’a çıkmış gazetelerde ilgili resimli haberler ve halkın düzenlediği miting haberleri yer almaya başlamıştır.
    Samsun’a çıkış yaman ve zorlu mücadelenin başlangıcı olmuş ve Türk Milleti, Paşasının safına katılarak ‘Ya İstiklal ya ölüm’  demeye başlamıştır. Yerinde duramayan çareler arayan askeri lisesi öğrencileri M. Kemal Paşanın yaktığı çoban ateşinden feyz alarak Anadolu’ya  kaçma planı yapmışlar ve haziran günlerinde Paşa Bahçe Vapuru ile gizlice Mudanya’ya hareket etmişlerdir. O sıralarda deniz hatları, İngiliz ve  İtalyan birliklerinin kontrolü altında bulunduğundan vapurun depolarına saklanarak Mudanya’ya geçmeyi başarırlar. Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Anadolu’ya geçmeyi başaran gençlere kucak açmıştır. Cemiyetin Bursa şubesi diğer illerden de gelenler ile 70, 80 kişi bulmuştu! Yine bir yolculukla Karaköy’e ve sonra tren ile Ankara’ya ulaşmayı başaran gençler nihayet Ankara’da kurtuluşu tesis edecek mahir önderlere kavuşmuşlardır.
    Ankara’da açılan Büyük Millet Meclisinin henüz muntazam güvenlik kuvvetleri bulunmamakta, gönüllülerden oluşmuş birlikler ile kuvvet sağlanmaya çalışılmaktaydı.  Böyle bir dönemde askeri eğitim alan öğrenciler Ankara’nın çorbasına tuz katmışlardı. Gelecek günlerin kıymetli münevverleri olacak bu genç zabitler ile umut her gün yeni ışkınlar veriyor serpiliyordu.
  M. Kemal Paşa İstanbul kuleli askeri lisesinden gizlice Ankara’ya gelen bu gençler ile tanışmak konuşmak istedi. Gülhane hastanesinde bir bölüme yerleşen öğrenciler ile M. Kemal Paşa, Fevzi Paşa, Albay İsmet bey ile koğuşta görüştüler. M. Kemal P aşa öğrencilere bir isteklerinin olup olmadığını sorar? Bölüğün başkanı seçilen Askeri öğrenci Çavuş M. Kemal Paşa ve arkadaşlarına hitap ederek;
‘’Her türlü müşkülat ve tehlikelere göğüs gererek bir Türk Eri gibi düşmanla çarpışmak için geldik bizleri hemen cepheye göndermenizi talep ederiz.’’ İradesini gösterirler.
 M. KEMAL PAŞA ve ANKARA ZABİT NAMZETLERİ TALİMGAHI
 M. KEMAL PAŞA ve ANKARA ZABİT NAMZETLERİ TALİMGAHI

'Ankara Zabit Namzetleri Talimgahı’ Büyük Millet Meclisinin Harp okulu niteliğini taşıyacaktı. Talimgah merkezi olarak Abidin Paşa Konağı uygun görülmüştü. Görevi sırasında Ankara için çok önemli hizmetler yapmış olan Abidin Paşa’ya ait olan bu ev yine son derece önemli bir görev üstlenmişti. Konağın bahçesine çadırlar kurulmuş tam bir kışlaya çevrilmişti. Dört ay boyunca yenilenme ve amaç eğitimi  yapıldı. Askeri öğrenciler amaç doğrultusunda hedefe kitlenecek varını, yoğunu ki, o kuru bir candı, Vatana feda etmekten çekinmeyeceklerdi. 





ABİDİN PAŞA KONAĞI 
   Zaman zaman Talimgahın askeri öğrencileri Abidin Paşa Konağından Taş Han’a oradan da Meclisin önüne daha sonra istasyona kadar askeri marşlar söyleyerek geçityaparlar, özelikle M. Kemal Paşa bu geçitlerden çok memnun olur derhal Meclisin balkonundan arkadaşları ile birlikte Zabit Namzetlerini  selamlar alkışlarlardı.


ANKARA ZABİT NAMZETLERİ TALİPGAHI GEÇİŞİ

  Diploma merasiminde Fevzi Paşa, Ali Fuat Paşa ve millet vekili Suphi Bey  ve Rus sefiri bulundu.
Bu güzel bilgileri Hakimiyeti Milliye Gazetesinde yayınlanan ‘Münevver Kahramanlar’ başlıklı haberden öğreniyoruz.
Dileğim de şu dur ki, biraz o haberden de alıntılar yapayım. Çünkü bilirsiniz ki o günlerin gazete haberlerinde gerçek bir lezzet ve ışık var.
   Hakimiyeti Milliye Gazetesinin 7 Kasım1920 tarihli haberi şöyle;

Münevver Kahramanlar,
   Geçen gün Ankara genç ordunun yeni bir iftihaline daha şahit oldu. İstanbul’dan koşup gelen anavatana iltihak eden mektepliler, Ankara’da genç orduya ilk talimgahlarını açmışlardı. Bunlardan bir kısmı geçenlerde tahsillerini ikmal etmişler, şahadetnamelerini almışlardır. Genç zabitlere şahadetname tevzi merasiminde pek çok zevat hazır bulunmuş, merasime Büyük Millet Meclisi Reisi M. Kemal Paşa Hazretleri riyaset etmişlerdir. Bu vesile ile nutuklar teati edilmiş mektep komutanı beyin nutkunu mektepten birincilikle neşet eden Edirne’li Enver Efendinin hitabesi takip  etmiş nihayet M. Kemal Paşa Hazretleri sureti atide mündemiç nutkunu irat etmişlerdir.
  Milletin istihlası ve vatan emrindeki azim ve imanına canlı bir misal teşkil eden merasim hazırında unutulmaz hatıralar bırakmıştır.
1 KASIM 1920 ANKARA ZABİT NAMZETLERİ TALİMGAHI İLK MEZUNLARI 


   M. KEMAL Paşa'nın Nutku;

Efendiler,
  Garbın hiçbir vakit affedemeyeceğimiz zalimleri, Memleketimiz Türkiye’yi parçalamak bu topraklarda yaşayan milletimizin haysiyetini istiklâlini paymay etmek için verdikleri asırlık kararı en nihayet mevkii tatbike koyarken, Milletimiz bu gün cihana şamil inkılabat ve ihtilalat içinde mevcudiyetini muhafaza lüzumuna  kanidir.
  Bu kanaat Memleketimizin ve Milletimizin bütün cihanı beşeriyete cidden haizi kıymet olduğunu, bihakkın takdir ettirmektedir. Millet kendilerine bütün zalim nazarlar ve feci teşebbüsler karşısında ciddi   hakiki mevcudiyeti ile ayaklandı ve bunun neticesi olarak Ankara’da Büyük Millet Meclisi vücuda geldi.  Bittabi hainlerden bahsetmek istemem fakat kanatıma nazaran bütün  efradı milletimiz bu teşekkül eden vaziyetin  tarsin ve takviyesi ve muvaffakiyeti için bütün mevcudiyetlerini hasretmişlerdir.  Bunun en kıymetli bariz misali  mevcudiyetleri ile teessüs etmiş olan bu müessesi askeriyenin teessüsüne bahis olmuş olan muhataplarımız gençlerdir.
    Filhakika bu gençler burada fevkaladeliğin maddi bir misalini vücuda getirmişlerdir bundan dolayı hareketleri şayanı takdir ve tebriktir.
   Efendiler
   Milletimizin ve onun sevk ve idaresini deruhte etmiş olan Büyük Millet Meclisinin Büyük mücadelede  behemehâl muvaffak olacağına eminim. Bu hususatın temini için esvabı ava mil vesait  mevcuttur.          Burada yalnız şunu zikretmek isterim; Bu esvap ve avamilin başında en müessiri ordumuzdur. Ordumuz hayat ve haysiyet mücadelesinde Milletin ve Milletin gayelerinin yegane istinatgâhıdır.
  Ordu kendisine teveccüh eden bu vazifei Mübeccelesinde bihakkın muvaffak olabilmesi için lazım gelen evsafın birincisi demir gibi bir zabitandır.  Orduda zabıtan yegane vasıtai tecellisi münevver karma  fedakar zabitandır .

   Bu gün ordumuz zabitanı saydığım evsafa tamamen maliktir. Fakat buna bir şey ilave etmek lazımdır ki, bu da içinde bulunduğu şu fevkalade ahval ve şeraitin  heyecanları ile gayeleri ile yetişecek olan genç zabitlerimiz bize istikbal için daha kuvvetli ümitler bahş edeceklerdir .
   İşte bu gün, bu  basit ve deb debesiz merasimle Büyük Millet Meclisi namına büyük bir mükafata mahzar olmuş bulunuyoruz. Ordumuz bu günün şeraitine bu günün evsafına malik  genç zabitana malik olacak ve Ordu bu genç zabitan ile cidden iftihar edecektir.
Bu zabitanı Büyük Millet Meclisine meresimle takdim eden Mektep Müdürü ve rüfekai  mesaisine, Büyük Millet Meclisi namına tebrik ederim .


 Ankara Tarih boyunca Türk Medeniyetlerinin kalpgâhı olma şerefini elinde tutmuş, bir merkez olarak kendine düşen görevi hakkıyla yerine getirmiştir. Havası sert, insanı mert ANKARA’ya ATATÜRKÜMÜZÜN GELİŞİNİN 100. Yılında umarım içine düşürülmek istendiğimiz çatlakları onararak, tamir ederek çıkarız. Ankara Tarihi bize bizi anlattıkça, TÜRK DEVRİMİNİ kavradıkça KIZILCA GÜNDEN aydınlığına çıkacağımız inancı ile doluyum.


   NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE !

  

29 Nisan 2019 Pazartesi

KEMALİST ÖĞRETMEN MİNE BÜLBÜL 'Ankara'lılar ile Hasbihal'



Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin
Ankara’ya ilk teşriflerinde memleket etraf ve mütehayızzanına irat buyurdukları NUTUK suretidir.
Heyeti Temsiliye zamanında;
    -Muhterem Efendiler!
   Heyeti acizânemizi Ankara’ya muvassalatımız günü umum ahalinin erkek, kadın çocuk tekmil halkın samimi ve vatanperverâne tezahüratı fevkâladesi ile taltif buyurdunuz. Bugün müçtemian şerefi ziyaretinizle de bahtiyar kıldınız. Bu münasebetle de heyeti acizanemizin derin hürmet ve teşekkürlerimi takdim etmekle kespi mübahat eylerim.
   Muhterem vatandaşlarımızı böyle müçtemi bir halde selâmlamak bizim için kıymetli bir fırsattır.Müsaade buyurursanız, bu fırsattan istifade ederek kısa bir hasbihalde bulunmak isterim.
'
     Efendiler !
    Cümlenizin malumudur ki; harbin son devresinde Amerika Reisicümhuru Wilson, on dört maddeden ibaret bir programla ortaya çıktı. Bu program Milletlerin kendi mukadderatına hakimiyetini temin ediyordu. Proğramın on ikinci maddesi ise münhasıran Türkiyc’ye, Devletimize ve Milletimize aittir. Wilson, bu madde ile Türkiye’nin, Milletimizin hakimiyeti tamamıyeye malik olması lüzumunu dermeyan ettikten sora buna bir iki kayıtta ilave etmiştir.
      O kuyut şunlardır:
               -Aramızda yaşayan gayrimüslimenin emniyetle ricalini ve serbestii inkişaflarını temin etmek ....
              -Bir de boğazların küşade bulundurulmasıdır…
   Umum İtilaf Devletleri Wilson'un  prensiplerini kendi menfaatleri için muvaffık gördükleri gibi bizim devletimiz de bu on ikinci maddeyi kabulde hiç bir beis görmedi. Ve kabul etti. Hakikaten kabul edilebilecek bir prensiptir. Çünkü Mister Wilson‘un istediği anasırı gayrimüslimenin emniyeti can ve her türlü hukuk ve esbabı inkişafları için icap eden her şeye zaten öteden beri Devletimiz ve Milletimiz tarafından riayet edilmiş idi. Filhakika anasırı gayrimüslimenin Osmanlı Devleti ve Milleti ağuşunda mazhar oldukları imtiyazat, üç asır mütecaviz bir zamandan beri ziyadesile mevcuttur. Binaenaleyh bu kayıt bizim için yeni bir şey değildir.!

         Boğazların serbestisi meselesine gelince;
  Bu güzergahta payitahtımız, kalpgâhı Devletimiz vardır. Bunun emniyetini badelistihsal umum ticarete amade olarak küşad edilmesi de lazimeden görülür. İşte Devletimiz ancak bu esasat dairesinde muharebeden ve mütareke yapmak kararını verdi. Bunun neticesi olarak İtilaf Devletlerile 30 Teşrinevvel 1918’de mütareke akdetti. (Mütarekenameyi göstererek) Malümunuz olan mütarekename budur. Tabii cümleniz bunun muhteviyatını bilirsiniz! Muhteviyatı ile tatbikatı arasında ne kadar azim farklar olduğunu bir daha umumun nazarı dikkatine vazetmek isterim.
    Mütareke namenin bazı mühim maddelerini hatırlatacağım;
Mesela birinci maddeye nazaran bu hudutların muhafazası ve asayişi dahiliyenin idamesi için luzum görülecek kuvvayı askeriyeden maadası terhis olunacak ..
  
   1-İşbu kuvvetlerin miktar ve vaziyetleri tarafiyenin müzakeresile takarrür ettirilecek idi.
      Pek mühim olan yedinci madde itilaf Devletlerinin herhangi sevkulceyş noktasını işgal hakkını almalarını, müttefiklerin emniyetlerini tehdit edecek vaziyet zuhurunda şartı sarihile tayin etmiştir.

    Onuncu madde; Yalnız ! Toros tünellerinin Müttefikler tarafından işgali ne ila münhasırdır?
 On ikinci madde; Hükümet muhaberatı müstesna olmak üzere telsiz, telgraf ve kabloların  murakabeatini ne ila ... ,. tecviz ediyor?

On beşinci maddede; ‘Memaliki Osmaniye dahilindeki hududu hadiyenin, yalnız ve ancak murakabesi’ mevzuubahstir.  

  On altıncı maddede Kilikya’daki ordularımızdan mahallinin inzibatı için iktiza eden kuvvetin orada terki ve mütebakisinin beşinci maddeye tevfikan terhisi pek sarih olarak mezkurdur.
Ve bundan başka hiçbir kayıt ve şart yoktur.

    Yirmi dördüncü madde;’Vilayatı sittenin herhangi bir kısmının gali hakkını İtilaf Devletlerine muhafaza ettiren sebep, bu vilayetlerde iğtişaş zuhuru hali olacağı sarihtir.

İşte Efendiler, mütareke namenin en çok nazarı dikkati celp noktaları bunlardır.
   
Bu maddelerin mazmunlarile tatbikatı arasında tetabuk var mıdır?

    Mesela mütareke namenin ilk akdolunduğu zamanlarda İngilizler Musul’u işgal etti. Mütareke namenin akdinde bizim ordumuz Musul’da, İngilizler cenupta idi. Mütarekeden sora oradaki kumandanla iğfalkarane temas ederek askerlerini Musul’a soktular!

     İstanbul’u berri ve bahri kuvvetlerile işgal ettiler. Bu hususta mütarekenamede müsaade varmıdır???

   Adana havalisini, Urfa’yı, Ayntap’ı ve Maraş’ı evvela İngilizler ve badebu Fransızlar işgal ettiler. Buna dair de mütarekede bir madde yoktur.  Kililkya’da bizim kuvvayikariyemizde beşinci madde musibince mahlli inzibatımızı temin edecek kadar bırakıldıktan sonra fazlası terhis edilecekti. 
             O halde bu tatbik edilmiş olan şekil nedir?

    İtalyanlar Avusturya’yı işgal ettiler, muharip bulunmadığımız Yunanlılar da İzmir ve havalisini işgal ettiler, hulasa mütarekenameyi baştan başa hurdahaş ettiler, bu tecavüzata, bu hakşikenare menamelfita karşı İstanbul’daki hükümeti merkeziyeler maatteesaüf aciz bir vaziyet aldı. Hatta yapılan haksızlıkları protesto bile etmemişlerdi.
   Evet İstanbul’un, Antalya’nın, Klikya’nın haksız işgallerini protesto dahi etmemişlerdir. Bunu yapmadıktan başka İstanbul’da mesela henüz sulh akdetmediğimiz bir milletten jandarmamıza kumandan tayin ettiler!
   Kömür tedarikindeki müşkülatı, iktiham edememek aczi yüzünden İstanbul’un tramvaylarını, su kumpanyasını, bütün şimendifer hatlarımızı henüz hali mütarekede bulunduğumuz itilaf devletlerinin tahtı idaresine verdiler. Halbuki biliyorsunuz, mütarekenamede yalnız şimendiferler için kontrol mevzuu bahistir. Yoksa idaresini sulh yapamadığımız Düveli Müttelifeye tevdi etmek akıl ve vicdanın kabul edemeyeceği hususattandır. 
  Hatta Efendiler! büyük bir teessürle söylemeye mecburum ki,
 Babıalinin muhafazasını bile Ferit Paşa son zamanlarda ecnebilere terk etmiştir!

   Memleketin dahili asayiş hudutlarının temin ve muhafaza için lüzumu kadar asker silah altında terkedilecekti. İlk zamanlarda seksen bini mütecaviz bir kuvvet kafi görüldü. Bilahare İtilaf Devletleri kırk üç bine tenzil ettiler, bir müddet sora da bir çok vasıtalarla  bu miktarın da dununa indirildi. Bütün eslihamızın sürgü kollarını çıkararak sandıklarla gönderdiler. Milletimizi memlekteimizi tamamen müdafsız bırakmak maksadını takip ettiler.
   Görülüyor ki Efendiler! İtilaf Devletleri iki noktalarda banis bulunuyorlar.

       Birincisi: Wilson prensiplerini, Versay konferansında kabul ve ilan ettiler. Buna nazaran on ikinci maddeyi ve bunun hükmünce
Bizim hukukumuzu kabul ettiler. Halbuki fili hareketlerile Wilson prensiplerini, Türkiye’nin hayat ve mukadderatını zamin ve kafil olan on ikinci maddeyi nazarı dikkatten dur tuttular.

       İkincisi: Şeref  ve namus üzerine imza etmiş oldukları mütareke namenin hiçbir noktasına riayet etmedikten başka on ikinci maddenin ahkamına muhalif olmak üzere devletimizi manda altına almak ve hatta büsbütün inkisama uğratma kararına kadar ileri gittiler.

    Bittabi Efendiler bu hal şayanı dikkattir. 
İtilaf Devletlerinde büyük bir zihniyet teheddülü görülüyor!

   Mütareke namenin akdinde hür ve müstakil yaşamağa layık bir Osmanlı Milleti kabul ettikleri halde aradan bir iki ay geçtikten sonra bu kanaatlerden tecerrüt ediyorlar. Başka renk ve manada kararlar veriyorlar.

     Bunun sebebi şu suretle izah olunabilir; Ecnebiler kendi menafii iktisadiye ve siyasiyetlerini tatmin edebilmek için aleyhimizde icat ettikleri iki mütealayı yürütmeye başladılar!  
    Bu mütalaalardan,
        birincisi güya Milletimizin anasırı gayrimüslimeyi müsavvat ve adalet düsturuna tevfikan idareye gayri muktedir olduğu,

       ikincisi de güya Milletimiz heyeti umumiyesile kabiliyelten mahrum bulunduğundan bahçe halinde bulunan yerlere girmiş ve oraları harabezara çevirmiş.
                Birincisi ile millete zalimlik atıf ve isnat ediyorlar.!!!! 
                 İkincisi ile kabiliyetsizlik.!!!!

      Eğer bu mütalaa cidden varit olsa idi, Milletimizin müstakil yaşamağa hakkı iddia olunamazdı. Hakikaten zulüm medeniyete kabili telif değildir. İstidatsızlıkta şayanı af bişey olamaz.!  

     Çünkü Milletler işgal ettikleri arazinin sahibi hakikisi olmakla beraber beşeriyetin vekilleri olarak ta oralarda bulunurlar. O arazinin menabii servetinden hem kendileri istifade eder ve dolayısıyle  bütün beşeriyeti istifade ettirmekle mükelleftirler. Bu düstura göre bundan aciz olan milletler hakkı beka ve istiklalle layık olmamak lazım gelir.
     Halbuki bu mütealeat bizim hakkımızda kattiyen gayrivarittir. Her ikisi de mahzı iftiradır. Milletimizin kabiliyetsiz olmadığı tarihen ve mantıkan sabittir. Bunun delilini yine ecanibin kendi muamelelerinde bulabiliriz.
   Avrupa devletleri mütarekeden evvel ve mütareke anında mütareke name ile ‘kendi hududu millisi dahilinde yaşamağa layık Türkiye’ kabul etmişlerdir aradan bir sene geçmeden nasıl oluyor da bir Millet zalim ve kabiliyetsiz oluyor?
   Ve bundan dolayı hayattan mahrum edilmek isteniliyor?
    Avrupa Devletleri Milletimizi evvelce bilmiyorlar mıydı?
   Wilson Prensiplerini kabul ve mütareke nameyi imza ettikleri zaman altı asırlık bir Milletin mahiyeti, kabiliyeti hakkındaki malumatları noksandı da bir iki ay zarfında mı ikmal ettiler?
   Hakkımızda tatbik edecekleri kararları bilmiyorlardı da sonra mı hatırlarına geldi?

      Halbuki düşününüz Efendiler!

     Milletimiz ufak bir aşiretten; anavatanda müstakil bir devlet tesis ettikten başka garp alemine, düşman içine girdi ve orada azim müşkülat içinde bir imparatorluk vücuda getirdi. Ve bunu, bu imparatorluğu altı yüz seneden beri kemali şevket ve azametle idame eyledi. Buna muvaffak olan bir millet elbette âli hasaisi siyasiye ve idariyeye maliktir. Böyle bir vaziyet yalın kılıç kuvvet ile vücuda gelemezdi!!! Cihanın malumudur ki, Devleti Osmaniye pek vasi olan ülkesinde bir hududundan diğer hududuna ordusunu sürati fevkalade ile ve tamamen mücehhez olarak naklederdi. Ve bu orduyu aylarca ve belki de senelerce hüsnü iaşe ve idare ederdi. Böyle bir hareket yalnız ordu teşkilatının değil bütün şuabatı idariyenin fevkalade mükemmeliyetine ve kendilerinin kabiliyeti olduğuna delalet eder.

Milletimizin zalim olması meselesine gelince, bu da sırf iftiradan, mahzı hizipten ibarettir.
     Efendiler,
    Hiçbir millet, Milletimizden ziyade ecnebi unsurların itikadat ve âdatına riayet etmemişlerdir. Hatta denilebilir ki, edyanı saire erbabının dinine ve milletine riayetkâr olan yegâne Millet, bizim Milletimizdir. Fatih İstanbul’da bulduğu dini ve milli teşkilatı olduğu gibi bıraktı. Rum Patriki, Bulgar eksarhı ve Ermeni kategigosu gibi hristiyan rüesayı diniye haizi imtiyaz oldu. Kendilerine her türlü serbesti bahşedildi.
   İstanbul’un fethinden beri, gayrimüslimin mazhar bulundukları bu imtizayatı vasia milletimizin dinen ve siyaseten dünyanın en müsaadekâr civanmert bir milleti olduğunu ispat eder en bariz delildir!
   Milletimize bu isnadatta bulunan muarrızlar insaf etsinler de dünyanın en büyük ve medeni milleti olduğunu iddia edenlerden, dini islamı sureti resmiyede tanımayan, İslamları pazar gününü yevmi tatil ve mübarek suretinde tanımağa icbar eden ve islamlamın yevmi mahsusu olan cuma gününü resmen tanımayan milletler olduğunu unutmasınlar!

   Memlektimizde yaşayan anasırı gayrımüslimin başına ne gelmiş ise kendilerinin ecnebi entrikalarına kapılarak ve imtiyazlarını suistimal edecek sureti vahşiyanece takip ettikleri iftirak siyaseti neticesidir.

      Her halde Türkiye’de zuhura gelmiş şayanı arzu olmayan bazı ahval birçok esbap ve mazerete istinat etmektedir. Bunu da kat'i olarak arz edebilirim ki bu ahval, Avrupa devletlerinde mazeretsiz irtikap edilmiş bunca itisafattan pek dun bir mertebededir.

       Rusya’nın Polonya’ya karşı bir buçuk asır müddet takip ettiği hunrizane siyaset, Kafkasya’da Çerkezlere ve pogrom namile Musevilere tatbik ettiği mezalim bu meyanda sayılacak misallerdendir.

          Tekrar ediyorum, aleyhimizde serdedilen mütaleat yanlıştır.

    Bu hakikat tarihen ve mantıken sabittir. Bu hususu yalnız garba değil hatta vatandaşlarımıza da ehemmiyetli bir surette ihtar etmek lüzumunu hissediyorum. Çünkü nadirattan olmakla beraber teessüfle işitiyoruz ki, milletin tarihini okumamış veya hissi milliden mahrum kalmış olması lazım gelen bazı şahıslar ecnebilerin aleyhimizde serdettikleri aleyhimizde serd ettikleri ithamatı reddetmedikten başka vatanlarını milletlerini kabahatli göstermekten çekinmiyorlar!

   Hala bugün, Sultani mektebinin salonlarını aleyhimizde konferans verdirmek için ecnebilere küşade bulunduranlar var, bu gibilere lanet           Efendiler!  
      Düşmanlarımız hakkımızda icad ettikleri iftiraları bir aralık Paris konferansında kabul ettirir gibi oldular. İhtimal bunun neticesi olarak daha muharebe esnasında birbirile yaptıkları hafi ahidnamelerin ve teati ettikleri sözlerin tatbikatına başlanmış idi. İzmir, Antalya, Adana, Ayıntap, Urfa ve Maraş’ın işgalleri hep bir mütekabil neticesi olsa gerek! . . 
      Halbuki haktan, adaletten bahseden İtilaf Devletlerinin, bu gibi muamelelerde bulunmamaları lazım gelirdi. Medeniyet ve insaniyetten bahsedenlerden buna intizar edilmezdi.

      Fakat Efendiler,,, 
     Her halde alemde bir hak vardır! Ve hak kuvvetin fevkindedir

   Şu kadar ki, Milletin hukukunu müdrik olup müdafaa ve muhafazası emrinde her türlü fedakârlığa müheyya olduğuna dair aleme bir kanaat vermek lazım gelir.

    İşte düşmanlarımızın bu hareketi, Milletimizi bu idrakten ve bu hissi fedakariden mahrum zannettiklerinden neş’et eylemiştir! Fakat doğrusunu söylemek lazım gelirse mütarekeden beri biribirini Veyleden hükümetlerimizden memleketin maruz kaldığı haksızlıklara karşı kusurlu ve akılsızca  hareketleri aleyhimizdeki yanlış fikirleri teyide medar olmuştur. Mesela Tevfik Paşa vatanımızın bir kısmını Ermenistan’a ilavede bir beis görmemekte idi. Ferit Paşa beyanatı resmiyesin de Vilayatı Şarkiye’de  vasi bir Ermenistan muhtariyetinden bahsettiği gibi Paris’te cenup hududumuzun Toros olabileceği söylemişti. Toros’un cenubunda arapça tekellüm edildiğini zannediyor. Ve Toros’tanda Antakya’ya kadar   olan mıntıkanın Türklerle meskun ve bin seneden beri Türk kanile yoğrulmuş olduğunu bilmiyordu. İşte bu gibi hükumetlerin tavrı hareketleridir ki, milletimizi mazisini unutmuş milliyetin ve hususi medeniyetlerin bahşettiği hukuktan, bihaber, kansız miskin bir millet olarak tanınmasına yol açılmıştı.
    Milletimizin de kendini bu suretle telakkiye meydan vermesinde pek büyük bir kabahati vardı. Milletimizin o kabahati efendiler, hükümeti merkeziyenin icraatile Avrupa’nın namusuna fartı itimat göstermiş olmasıdır. İşte bu kabahatten naşi kendi kıymetini, mahiyetini, fezalini unutturmak dercesine düşmüştür.
    İzmir hailesinden sonra idi ki, Milletimiz hakikaten mütehassis ve mütenebbih oldu. Ve derin bir uçuruma sürüklendiğini idrak etti. Ve onu müteakip hukukunu bizzat müdafaaya karar verdi, tabii bunu yapabilmek  için bir şekil almak taazzuv lazım gelirdi.  Zaten her taraftan teşkilat ve taazzuvat daha evvel başlamış idi. Fakat evvela Erzurum ve badehu Sivas Kongrelerinde vahdeti umumiyemiz vücuda geldi.
    Erzurum ve Sivas Kongrelerinin bütün cihana karşı olan beyannamesi ve nizamnamesi muhteviyatı haizi ehemmiyettir. Esasen muhteviyatı cümlenizce malumdur.
   Fakat müsaade ederseniz her ikisinden bazı noktaları burada tekrar hatırlatmak isterim;

   Nizamnamenin teşkilata ait sahifesinde görülüyor ki, maksat Osmanlı vatanını tamamiyetini ve makamı muallayı hilafet ve saltanatın ve istiklali millinin masuniyetini temin zımnında Kuvvayı Milliye’yi hakim kılmaktır.
     Efendiler,  
   Bir millet mevcudiyeti ve hukuku için bütün kuvvetile, bütün kuvayi fikriye ve maddiyesile alakadar olmazsa, bir millet kendi kuvvetine istinaden mevcudiyet ve istiklalini temin etmezse şunun bunun baziçesi olmaktan kurtulamaz. Hayatı milliyemiz tarihimiz ve devirde tarzı idaremiz buna pek güzel  delildir. Bu sebeple teşkilatımızda Kuvvayı Milliyenin amil ve İradei Milliyenin hakim olması esası kabul edilmiştir.
    Bugün, bütün cihanın milletleri yalnız  bir hakimiyet tanırlar ‘Hakimiyeti Milliye!’ Teşkilatın diğer teferruatına bakacak olursak işe köyden ve mahalleden, ve mahalle halkından yani fertten başlıyoruz. Fertler mütefekkir olmadıkça, hukukunu müdrik bulunmadıkça, kütleler istenilen istikamete, herkes tarafından iyi veya fena istikametlere sevk olunabilirler. Kendini tahlis edebilmek için her ferdin mukadderatile bizzat alakadar olması lazımdır. Aşağıdan yukarıya temelden çatıya doğru yükselen böyle bir müessese elbette rasim olur. Şüphe yok her işin başlangıcında aşağıdan yukarıya doğru olmaktan ziyade yukarıdan aşağıya olmak zarureti vardır.  
    Birincisinin tecellisinde bütün beşeriyet için gayeye vusul müyesser olmuş olurdu. Böyle olmanın imkanı ameli ve maddisi henüz bulunmadığından bazı  müteşebbüsler  milletlere verilmesi lazım gelen istikametin itasında delalette bulunuyorlar. Bu suretle yukardan aşağıya taazzuv ettirilebilir. Biz memleketimiz dahilindeki seyahatlerimizde bittabi birinci tarzda başlamış olan teşkilatı milliyemizin mebdei hakikiye, ferde kadar indiğini ve oradan tekrar yukarıya doğru taazzuvatın başladığını kemali şükranla gördük. Bununla beraber derecei tekemmüle vasıl olduğunu iddia edemeyiz. Bunun için sureti mahsusada aşağıdan yukarıya tekrar bir taazzuvun husulü gayesine sureti mahsusada sarfı mesai etmemiz bir vazifeyi milliye ve vataniye telakkiye edilmelidir.

     Beyannamemizin bazı noktalarından tekrar bahsetmek isterim.
 Osmanlı muharebeden evvelki hududu malumunuzdur. Harbi Umuminin neticesi bir takım fedakarlık ihtiyarına devletimizi mecbur kılıyor, buna nazaran devlet için milli yeni bir hudut kabul ettik. Bu hudut beyannamemizin birinci maddesinde musarrahtır. Teferruat itibarıyla bilmeyenler olabilir. Ve bittabi mazurdurlar.
    Bu hudut tahassul ederken işin içinde bulunduğumdan bunu da
 arz edeceğim;
     Mütareke akdolunduğu gün ordularımız fiilien bu hatta hakim bulunuyordı. Bu hudut İskenderun körfezi cenubundan Antakya’dan Halep ile Katma istasyonu arasında cerablus köprüsü cenubunda Fırat nehrine mülaki oradan Deyizora iner: badehu şarka temdit edilerek Musul Kerkük Süleymaniye’yi ihtiva eder. Bu hudut ordumuz tarafından silahla müdafaa olunduğu gibi aynı zamanda Türk ve Kürt anasırile meskun aksamı vatanımızı tahdit eder. Bunun cenup aksamında arapça mütekellim dindaşlarımız vardır. Bu hudut dahilinde kalan aksamı memalikimiz camiai Osmaniyeden lâyenfek bir kül olarak kabul edilmiştir. Beyannamenin dördüncü maddesine bakalım!. Bu madde ile biz, bizimle beraber yaşayan anasırı gayrimüslimeyi ayni hukuk ve ayni selâhiyette kabul ediyoruz. Hepimiz bu devletin müslüman ve anasırı gayrimüslime dahil olarak aynı suretle tebaasıyız. Ve bu itibarla cümlemizin hukuku birdir. İçimizde yaşıyan gayrımüslim vatandaşlarımıza bizim hakimiyeti siyasiye ve muvazenei içtimaiyemizi ihlal edecek fazla birtakım imtiyazat veremeyiz. Bu madde, dahili siyasetimizdeki kanaati umumiyemizi izah etmektedir.

 Yedinci madde; siyaseti hariciye hakkındaki noktayı nazarımızı bildirir. Her halde devlet ve milletimiz dahilen ve haricen dahilen ve haricen bütün manasile müsta'kil kalacaktır. Bize başkabir tarzı idare tatbik edilemez. Bu bapta birçok muhtelif esbabın başında en büyük ve mühim sebep şudur. Dinen dahi müstakil olmak mecburiyetindeyiz. Yalnız vasi olan memleketimizi seri bir surette imar edebilmek için ve milletimizin az zamanda ilim ve marifetini icabatı asriyeye göre yükseltmek için müftekir olduğumuz hususatı takdir ederiz. Ancak bu hususta bize muavenet edebilecek devletin nasıl olabileceği yedinci maddede musarrahtır. Böyle bir devletin muavenetini hüsnü telakki ederiz.
'İRADEİ MİLLİYE'
    İşte Efendiler! 
   Erzurum ve Sivas Kongrelerinde tespit edilen esesat ve dikkati nazar başlıca bunlardan ibarettir. Bu esasat sayesinde bütün milletimiz müttehit bir hale gelmiştir. Bu maksadı mukadderatın temini ile iştigal edildiği bir sırada pek alâ hatırlarız ki, Ferit Paşa buna mani olmağa kalkıştı. Bu teşebbüsatı memleket dahilinde suitefsire uğraştı. İttihatçılar dedi. Bu isnat efkarı dahiliye ve hariciyede
Muvaffak olamadı. Bunu gördükten sora yeni bir silah aradı. Bolşeviklik dedi. Resmi telgraflarında Bolşeviklerin Karadeniz’den takım takım  takım Samsun, Trabzon ve dahile doğru yürüdüğünü, memleketi alt üst ettiğini resmen işaa eyledi. Bunlar da müessir olamadı. Ferit Paşa ve kabinesi daha ileriye gittiler. Bazı yerlerde ahalii islamiyeyi iğfal ederek üzerimize sevk etmek, millet için, vatan için, çalışanları imha etmek kastinde bulundular. Tabii bunlarda da muvaffak olamadılar. Fakat nihayet millet Ferit Paşayı ademi itimat göstermeğe mecbur oldu. Kabine iskat edildi. Vahdeti milliye kesbi rasanet etti.
    Teşkilatı milliyenin husule getirmiş olduğu dahili ve harici vaziyet ile eski vaziyet arasında fevkalâde farklar mevcuttur. Dahilen emniyet ve asayiş noktai nazarından gayrika'bili mukayese tebeddülat vardır. Haricen ecnebilerin hakkımızda verdikleri ve verebilecekleri imha ve idam kararının pek yanlış olduğu artık bütün itilaf devletlerince takdir olunmuş ve teşkilatı milliyenin kıymet ve ehemmiyeti gayri kabili inkar görülmüştür.
    İtilaf Devletlerinden ihtimal bazısı henüz menafii hususiyesini temin etmek için milletten başka bir yerde noktai istinat arıyor. Millet vahdet ve azminde sebat ettikçe bu gibilerin de hakikati kabul edeceklerinde şüphe yoktur. Şimdi olan milletimizin sebatkârane bir surette azminde devam etmesi ve İstanbul’da kariben toplanacak mebuslarımızın vazifei teşriiyelerini bihakkın ifa edilebilmesidir. Her halde Millet hükümetin nigehbanı olmak lazımgelir. Çünkü hükümetlerin icraatı menfii olup da Millet itiraz etmez ve ıskat etmezse bütün kusur ve kabahatlere iştirak etmiş demektir. Ferit Paşa Paris’e gittiği zaman aldığı cevabi nota tamamenarz ettiğim mealdedir. Filhakika şunun  bunun baziçesi olabilen milletler hukukuna gayri müdriktirler. Ve böyle bir Millet murakabe altında bulundurulmağa müstahak olur.
    Millet, Ferit Paşayı iskat ettikten sora yerine gelen Ali Rıza Paşa amali milliye dairesinde milletle müştereken çalışmayı kabul etti. Ferit Paşanın sûkutile Ali Rıza Paşanın geçmesi meselesinde milletin alakası bittabi birinciyi ıskattadır. Bundan başka bir şey yapamazdı. Reisi vükelayı bittabi zatı şahane intihap eder. Ve müşarünleyhde arkadaşlarını.. Bu yeni kabineye eski kabineden bazı zevat dahil olmuştu. Bu sebeple Heyeti Temsiliyemiz mütereddit kaldı. Bir takım şartlar dermiyan  etmek mecburiyeti görüldü. Nihayet itilaf edildi. Hükümetle yapılan itilaf namede üç noktaya istinat ediliyordu. 
         Kuvvayı Milliyenin meşruiyetinin tasdiki.

   Meclisi Millinin içtimaine kadar mukadderatı millet hakkında kat'i ve son taahhüdatta bulunulmaması, sulh konferansında milletin mukadderatını müdafaa edecek murahhasların eskisi gibi menafii millet ve memleketi gayri müdrik olanlardan intihap edilmemesi..      Hükumet bu üç noktayı kabul etti. Ve teferruat üzerinde daha ziyade anlaşabilmek  için, Bahriye Nazırı Salih Paşayı gönderdi. Bahriye Nazırı Amasya’da Heyeti Temsiliye ile mülakat etti.  Müşarünleyh ile vuku bulan müzakerede ben de bulundum. (Göstererek) bu beyanname ve nizamnamenin her satırı beraber okundu. Tamamen mutabakati efkar hasıl oldu. Bu müzakerat esnasında diğer bir meselei mühimenin mevzuu bahsedilmesine lûzum görüldü. Meclisi Millinin mahalli içtiması İstanbul bu gün içinde bulunduğu elim şerait içinde Meclisi Mebusanın, Millet vekillerinin vazifelerini kemali serbestii ile ifa edip edemeyeceği cayi teammül görüldü. Bunun için meclisin hariçte toplanması düşünüldü. Salih Paşanın İstanbul’a avdetinden sora hükümeti merkeziye bu fikre iştirak etmedi. Bittabi bütün mehazirine rağmen İstanbul’da içtimai lazım geldi  Maamafih Heyeti Temsiliyece mehazire karşı icap eden tedabir ittihaz edilmiştir.
   
      Efendiler! 
   Teşkilatı Milliyemizin bugün takip ettiği gaye vatanın inkisamdan ve milletin esaretten tahl’sine matuftur. İnşaalah zamanı Karipte teşkilatı milliye bu gayenin istihsalile deruhde ettiği vazifei vatanıyesini ifa edecektir.
   Fakat vazifesini ikmal etmiş sayılacak mıdır?  Bence bundan sonra da pek mühim vazifei vataniye ve milliyemiz vardır.

         Ezcümle ahvali dahiliyemizi  ıslah ile milleti mütemeddine meyanında faal bir uzuv olabileceğimizi filen ispat etmek lazımdır.

   Bu gayede muvaffak olmak için siyasi mesaiden ziyade içtimai mesaiye ihtiyaç vardır. Teşkilatı Milliyemizin böyle bir gaye için nasıl bir şekil almak lazımgeleceğini şüphesiz milletimizin âmali umumiyesi tayin ve tesbit edecektir. Şimdilik heyeti Temsiliye, meb'usların kemali emniyetle  ifayi vazife eyledikleri tahakkuk edeceği güne kadar kemali fıssabık vazifesine devam edecektir.

      Efendiler, ümit ederim ki, müsait bir sulh akdinden sonra vaziyetimiz hüsnü idare edilirse evvelki hudut dahilindeki vaziyetimizden daha iyi olur. Bu noktada bir fikir izah etmek istiyorum. Cemiyetimiz noktai nazarından çizdiğimiz hudut haricinde kalan dindaşlarımızla bu muhterem kardeşlerimizle ayni hudut dahilinde asırlardan beri vatandaşlık ettik bu kardeşlerimiz her tarafta, Suriye’de, Irak’ta, Yemen’de Şark’ta: kendi dahillerinde muhafazai mevcudiyet ve temini istiklal için sarfı mesai ediyorlar. Bütün bu İslam parçalarının istiklal olmaları alemi islam için ne büyük bahtiyarlık olur! Bunun husulünde alemi islamın vaziyetinin ne kadar rasin olacağını şimdiden tasavvur  etmekle pek büyük saadet hissediyorum. Mazharı intihap olduğuna şüphe kalmayan alemi islamın muvaffakiyetini o kadar kavi görüyorum ki, bu imanla izahı hissiyatı vicdanı zevk pek büyüktür. Fazla rahatsız etmek istemem, beni dinlemek lütfunda bulunduğunuzdan dolayı hassaten teşekküratımı arz ederim.